22 Ekim 2008 Çarşamba

ÇIRPINIŞ


yıkılıyor pare pare hayallerim

olmayacak rüyalarda hapsoluyorum

nereye dönsem karanlık,

ağaçların vakarında kalmış bedenim

güneş ışıkları geçmiyor tenimden

neferi solmuş gözlerimin...

kırık dökük sevdalarda hapisim.

bir çıkış yolu bulabilsem kopartacağım tüm fırtınaları

ama yetmiyor kılıcımın keskinliği

acı çekiyor kalkanımın yekteleri

liğme liğme çözülüyor, dökülüyor

yarım kalmış aşkımın son düğümleri...

21 Eylül 2008 Pazar

Yüreği mi suskundu, gözleri mi? Mavilerle çevrilmiş bedeni "Ben buradayım!" diye haykırırken, gözlerindeki kuşku, korkusunu ele veriyordu. Hani bazen hiç konuşmaya gerek duymadan, karşısındakinin ne hissettiğini anlar ya insan; işte böyle bir duygu içerisindeydim. Tek başınalığın verdiği cesaret bile saklayamıyordu gözlerindeki titremeyi. Kimse bakmıyor muydu, yoksa bakıyordu da anlamıyor muydu, bilinmez... Ama ben, salonun öbür ucundan bile hissedebiliyordum ürkekliğini. Doğduğu gün, güneş onun armağanı olmuşçasına beyazdı teni. Bilmiyordum, ama eminim pek de güzel kokuyordu. Sanki bir terslik yokmuşçasına, gayet sakin durmaya çalışan bedeni, kıvrak bir estetikle adeta dalgalanıyordu. Dans etmiyor, kanatlanıp uçuyordu. Yüzüne bakan, onu çok rahat bir insan sanabilirdi; ama ben gerçeği biliyordum. Özenle yaratılmış esnek bedeni, Tanrı'nın küçük rötuşlarıyla mükemmelleştirilmişti. Mavi gözleri, ince dudakları, elmacık kemiklerinin belirginliğiyle; bir erkekten çok, melek görünümü veriyordu. Sanki her an ölebilirmiş gibi, hem korkuyu hem de o gizli heyecanı görüyordum hareketlerinde. Yere basışının, belini kıvırışının, hem sağlam hem de korkmuş bir yanı olmasıydı belki de herkesi ona çeken. Başkası olsa mutlu olurdu bu ilgiden, ama o telaşlanıyordu. "Belki de buraya hiç gelmemeliydim" diye düşünüyordu. Sonunda durdu. Ürkek bedeni, rüzgarın da etkisiyle hafifçe dalgalanıyordu. Korka korka kapıdan çıktı.
Onu bir daha hiç görmedim...

8 Haziran 2008 Pazar

"Cesaret" dedikleri şey, korkuyla kardeş derler...
İkisi birbirinden beslenir ve güç alır derler...
Peki hangisini seçmeli?
Ya da doğru soru: Hangisini NE ZAMAN seçmeli?
Kimsenin açamadığı kapıları açmak mı zordur,
Yoksa daha önceden hırpalanıp da, sıkı sıkı kapanmış olanları açmak mı?

Oysa, bir karar vermek gerektiğinde bocalar insanlar.
Ve nedense hep yanlış olanı seçerler.
Hani kırk yılın başında doğru bir seçim yapsalar bile,
Sonuç yine hüsran olur genellikle...

Ben o kapıları zorlayan insan oldum hep.
Her ikisini de!
Cesaretim mi, korkum mu öne çıktı bilemedim genelde.
Belki de gücüm ikisinin karışımındandı inat niyetine...

Son zorladığım kapı hafif bir aralık bıraktı bana,
Süzülüp içeriye gireyim usulca diye.
Onu da ben beceremedim..
Meğersem görmeyeli nasırlaşmış ellerim.

Açamadım kapıyı..
Kapısını.. O'nun kapısını..

Ben de diz çöktüm önüne, bekledim sessizce.
Belki farkeder de, gizlice içeri alıverir beni diye...

16 Mayıs 2008 Cuma

Yarım

Gelir gibi yapma bana...
Ya gel, ya git!!
Havada bırakma beni...
Kolay değil ayaklarını yere basamamak.
Ne istediğini bilmeyenlerden bıktı bu yürek
Azar azar dökülüp gitti bütün sabrı
Gözyaşı desen, zaten balçıklar altında.
Gelir gibi yapma bana...
Ya gel, ya git!!

Sıkıldım boş sözlerden, sahte insanlardan...
Uzanan elime her seferinde tekme vurulmasından...
Benden almaya çalıştığın her tebessüm,
Seni mutluluğa, beni isemutsuzluğa sürüklüyor...
Yarım kalmış sevdaların, yarım kalmış insanı olamam ben
Tamamlamaya çalıştığın yarımın YAMASI da...
Gelir gibi yapma bana, nolur...
Ya gel, ya git!

İyisi mi sen sadece git...
Bu yürek kaldırmaz artık "yarım" sevdaları...

"Yarım" dokunuşları, "yarım" mısraları...
Hiçbir zaman benim olmamış birine ümitle bakmayı...
Git başka tenlerde nefes al, başka dudaklarda hayat bul.
Git başka tenlerin kuytusunda terle... Benliğini kaybet.
Masumiyetini de...

Gelir gibi yapma bana...
Sadece git...

25 Nisan 2008 Cuma

kaydı avuçlarımdan umutların elleri
ben yıldızların sevdiği çocuk değilim artık
ne dudaklarımda herkesin söylediği şarkılar
ne de yaşamanın çılgınlığına uyuyorum
büyüdükçe büyüyor içimin karanlığı
yanımda biri oldu mu yalnızlık duyuyorum

göğün damarlarından çamur gibi akarken gece
yeter ki bir ses gelsin içimden
yeterki sokakların sabırsız gözleriyle beni beklediğini bileyim
işte o zaman
evlerin içine sığmaz yüreğim.

çünkü, nasil büyütürse yavrusunu bir kurt
öyle büyüttü sokaklar beni
alev alev yanan acılarımın üstüne
benzin fışkırıyor bakışlarımın boşluğundan
mısraları öyle vuruyorum ki kağıtların omzuna
kağıtlar yandım diyor
ve korkuyor kalemler ellerimin sarhoşluğundan

var git,
bırak dev yalnızlığımın kollarında beni
bir sevgili gibi kucakla
sana yeşil sevinçler getirecek yarını
kanar küçük ellerin sevgilim
zorlama yüreğimin kapılarını...

18 Nisan 2008 Cuma

Kar Tanesi

Ben hep yanlış şeyler yapıyorum. Hep imkansızı arıyorum. Hırsıma mı yenik düşüyorum nedir? Herkesi kendim gibi görüyorum. Ve sonunda hüsrana uğrayan hep ben oluyorum. Belki de ben bunu en başından beri hak ediyorum...

Küçük sevinçler yetiyordu eskiden bana... Şimdiyse en basit bir sorunla bile yıkılıyorum. Ruhumu zincirlemeye çalışıyorum adeta, bir daha birine kapılıp gitmeye çalışmasın diye. Bir yandan da yalnızlıktan kafayı yiyip, yanlış seçimlerde yok oluyorum. Ruhumdaki bu gel-git lerden bunalıyorum. Ah, belki de ben bu yüzden hiçbir güzelliği hak etmiyorum...

Buhranlar var içimde... Nasıl baş edeceğimi bilemiyorum. Aklımda bir sürü uçak var sanki. Gökyüzümü kirletiyorlar pis dumanlarıyla. Gri denizlerim, mavilikten nasibini alamamış. Hala öğrenmeye çalışıyorlar dalgasız, durgun olmayı. Benden başka insan giremiyor kalbime. Kimi sokmaya kalksam, ormanlarımı yakıp gidiyor... Ardından ağlayanı bile olmayan binlerce ağacım kül oluyor. Tek bir kelimeyle, bir bakışla ya da sadece bir adımla; bütün dünyamı yakıyorlar. Yıkılıyorum pare pare... Şeker kamışlarımdan kanlar akıyor. Kalbime kim girmeye kalksa, darbelerle dünyamı yok ediyor.

Oysa ki ben bu ruhu ne depremlerden kurtarmışım... Senin fırtınandan mı kurtaramayacağım? Madem geçmişte yaşıyorsun, o halde benim buselerime ihtiyacın yok ki! Sen, senin için “yüreğini” ortaya koyamayan bir insanın hayaliyle yanarken; o kimbilir kimin koynunda meşk yapıyor... Cerasetsizliğini ve korkusunu, senden giderek kanıtlamış bir insan için ağlıyorsun. Sen ki, gözlerinin önünde duran bembeyaz kar tanesine tekme atıyorsun... Kar yağdığında, saçlarına usul usul konan kar tanesini silkeliyorsun... Oysa bilmiyorsun... Bilmiyorsun...

Sen başkasına ait hissederken yüreğini, ben gelip nasıl bırakayım avuçlarına kalbimi? Artık bana gelsen bile, hiçbir zaman anlayamayacaksın halimi... Sana karşı neler hissettiğimi...

Ve senden neden gittiğimi...

...Geçmiş...

Geçmişin bir insana yüklediği baskı kadar korkunç bir şey daha yoktur... Yüreğin deli gibi çarpar ama bir türlü kontrol edemezsin içindeki buhranlarıı. Bilirsin çünkü... Sen kendini gebertsen de, onun kalbinde asla İLK olmayacaksındır. Hep geçmişi düşünerek yaşayandan medet umulmadığı gibi; böyle yaşayan birinden medet ummak da faydalı olmayacaktır. Çaresizliklerle savaşan bedenin, yalnızlığı da ekleyince ruhuna; birilerine gidip “tenini” doyurmaya çalışacaktır. O, sana değil de, geçmiştekine aşık olsa da; sırf tenindeki yalnızlığı doyurabilsin diye, senin teninde hayat bulmaya çalışacaktır. Yani aslında sen “boşluk dolduran” olacaksındır. “Boşluk yaratan” değil...

Kimle konuşsan, kime baksan, kimi izlesen hep aklına gelecektir bu 2. planda olmak duygusu. Hep yanlış zamanda, yanlış yerde olmayı alışkanlık haline getirmiş gibisindir. Ama bu filmde, “yanlış insan” da malesef sensindir... Birilerinin hayatındaki yanlış insan olmak, seni her saniye, gıdım gıdım boğar. İçindeki sanrılar ve korkular büyüdükçe büyür... Ellerini tutan yoktur ki kayıp düşmeyesin?! Sen korkusuzca ellerini uzattıkça, onlar korku ve telaşla ellerini saklayacak yer ararlar. “Ya geri dönerse” ümidiyle, ASLA sana teslim olmazlar. Hiçbir zaman bilemeyeceksindir, sana baktığı zaman GERÇEKTEN seni görüp görmediğini... Aklındaki gel-gitleri görürsün gözlerine baktığında. Bu korkutmaz seni, aksine onu iyileştirebilmek ümidiyle daha da çok kamçılar. Fakat en çok, hiçbir şey yapamamak yakar canını. “Mutlu ol, bana yeter” dersin en arabesk tavrınla. Ve gidersin hayatından, kalbin kanaya kanaya... Bu sefer de, şaka gibi, o gelmeye başlar ardından. Özleyerek... Hem de gerçekten! Hiç oynamadığı, köşeye fırlatıp attığı bir oyuncak kırıldıktan sonra, saatlerce ağlayan bir çocuk gibidir. Sonra işler biraz güzelleşmeye görsün, yine aklına gelmeye başlar geçmişteki o insan. Ve yine gidersin kendini iyice parçalayarak...

17 Nisan 2008 Perşembe

3

Başka kadınların artıklarını seviyorum hep...
Başka kadınların günahlarını çekiyorum.
Kime dokunsam yaralı, kimi öpsem bedenlerinde başka kadınların izleri...
Hiçbir kalp "temiz" değil artık.
Susuz kalmış duygular, su veren yok.
Reddediliyor önlerine uzanan şelaleler.
Bir izin verse, ah çekmesine gerek kalmayacak oysa ki.
Uçsuz bucaksız karanlıklar içindeyim.
Riyakar olmuş hayat.
Boşvermiş adamların, boşvermiş hayatlarının bir parçası oluyorum hep.
Biraz güdürebilirsem ne mutlu!
Sonra herkes kendi yoluna...
Kime açsam kalbimi, tekme yiyorum.
Kimi sevsem, kendimden ödünler veriyorum.
Kime ruhumu vermek istesem, başka kadınların ruhlarıyla karşılaşıyorum.
Ben hep başkalarının günahlarını yaşıyorum.
Ben hep "o kadın"ı seveni seviyorum.
Mavi mavi denizler akıyor gözlerimden...
Ama içimdeki yangınları söndüremiyorum.
Haksızlıklar var hep hayatımda.
Vakar bedenim solmuş bile çoktan. Tatsız tuzsuz kelimeler kalmış avuçlarımda.
Bir kibrit çakan olsa, belki de yanacak içimdeki tüm ormanlar.
Hep yanlış zamanda, yanlış yerdeyim.
Ben hep "yanlış" insanım aslında...
Ben hep "o kadın" olamayanım aslında...
Ben hep 3. tekil şahısım.
3. tekil şahıs,
3. tekil,
3. ,
3

16 Nisan 2008 Çarşamba

Hayat O Kadar Zor Mu?


Şimdi yine karman çorman birşeyler yazarım buraya. Ama hayatın kendisi karman çormanken, benim yazdıklarımın da öyle olması normal değil mi?
Nedir insanları bu kadar karıştıran? Bizim "hayat"la alıp veremediğimiz şey nedir? Çok mu fazla düşünmekteyiz acaba? Duygularımızla mantığımız arasındaki savaş bir türlü bitmek bilmedi. Ruhumuzdaki yıkık dökük harabelerle uğraşmaktan yorulduk. Artık önemsemiyoruz nefes almayı. Oysa ne sevinmişti annemiz ilk gülümsememizi gördüğünde. Ne çok hayal kurmuştu insanlar hakkımızda. Amma çok övgüler almıştık daha o minicik yaşta: "Büyük insan olacak o"... "Güzelliğe bak, maşallah! Kimbilir kaç erkeği peşinden koşturacak"... "Sağlıklı, mutlu, güzel günler bekliyor kızımızı"...
Ne oldu peki? Hani nerede o sağlıklı, mutlu, güzel günler? Böyle kolay olmamalıydı ellerimizden kayıp gidenler... Şimdiyse hayatla baş edemeyen, beceriksiz bir çocuk olmuş o uğruna hayaller kurulan güzel bebek. Kalbi çocuk kalmış, saf kalmış, büyüyememiş vücudu büyürken. Kıvrımlarına her baktığında; dışarıdan büyürken, içeriden ne kadar da hızla geriye doğru gittiğini farketmiş. Bir yandan beynini ve kalbini bilgiyle, müzikle, sanatla, sevgiyle doldurup olgunlaşırken; diğer yandan bir türlü kabul edememiş o saf çocuğu çıkartıp atmayı.
Belki de atmamasıdır onu böyle yapan.. Hayatı "anlamaya" başlayınca, o çocuk saflığına dönüp "Peki bu neden böyle? Şu neden şöyle?" diye sorması normaldir belki de.. Anlayamıyordur insanları belki de. Anlayamayacaktır. Çünkü o daha kendini anlayamamıştır.
Ah yine karıştı işte bak... Yine karıştı...

6 Nisan 2008 Pazar

böyleyiz..

Böyleyiz bugünlerde...
Oldukça yorgun, fazlaca kırgın, biraz da mızmız.
Oysa gökkuşağını istiyor gözlerimiz, renklere hasret ellerimiz.
Bir parça dürüstlük kokusuna aç bedenlerimiz.
Anlamsız sevişmelerde kaybolmuş yüreklerimiz...
Acaba bir gün yeniden renkleri bulabilecek miyiz?