22 Şubat 2011 Salı

MY REAL BLOG !!!

Bir karışıklığı düzeltmem lazım... Burası benim ESKİ blogum. Sadece yazı yazdığım yer.
GERÇEK blogumun adresi:


http://www.pinkbubu.com


Lütfen bana oradan ulaşın.

Sevgiler,
Begüm

***

Please follow me from my REAL blog link above. I don't use this one anymore.

Cheers,
B.

8 Haziran 2009 Pazartesi

Biraz da düz yazı...

Denemeler yazardım eskiden. Ama bilgisayara değil. Defterlere... Sayfa sayfa, renk renk kelimeler kokardı yapraklar. Hatıralar uçuşurdu orada burada. Yazmanın keyfi öyle çıkardı eskiden. Şimdi ne oldu? Bilgisayarlara hapis yaşamlarda kaybolduk. Bir yandan bilgi zenginliğinde kendimizi geliştirmeye çalışırken, diğer yandan gökyüzünü görmeyi unuttu gözlerimiz. Ayaklarımız yürümez oldu. Dışarı çıkmaksa işkence. Sokakların güvensizliği ve maddiyat sıkıntısı da eklenince; fiziksel ve beyinsel neyimiz varsa, bir ekran karşısında çürütmek adı altında anlaşma imzaladık. Oysa ne güzeldi eskiden. Apartmanın önünde arkadaşlarınla "yüzyüze" konuşabiliyordun. Uzak değildi hiçbir yol ayaklar için. Parmakların çalışırken kalbinin kan pompalaması, dışarıda koşup oynarkenki pompalamaya benzemezdi hiçbir zaman. Farkına varamadık. Belki de vardık, ama artık herşey için çok geçti. Gerçekten dışarıya çıkmaktansa, dışarıyı getirmeye çalıştık bilgisayar ekranımıza. Dünya seyahatlerine çıktık, fotoğraflarımızı sahillere "copy paste" yaptık. Gerçekçi olsun diye de photoshopladık. Ne güzeldir sıcak kumların ayaklarımıza değmesi. Yağmur üzerimize yağarken, başımızı hafifçe öne doğru eğip, mahsun bir edayla yürümek ne güzeldir. Toprak kokusu. Çim kokusu. Çocuk kahkası. İnsan kalabalığı... Hepsi güzeldi aslında eskiden. Bilgisayar yokken. Biz yürüyebiliyorken.

Evlere hapsolmuş bedenlerimiz, beyinlerimiz, kendimiz. Oturup adam akıllı sohbet edebilmekten bile aciziz. Önümüzde klavye olmadığında şaşırıyoruz. Oysa ne çabuk unuttuk, konuşmak için parmaklara ihtiyaç olmadığını? Cebimizde para kalmadığında otostop çekerdik, kaçırılma, öldürülme, soyulma korkusu olmadan. Kimse de bunu yapmazdı zaten. Çünkü onlar da beyinlerini yememişti iletişimsizlikten. Hızla kayboldu konuşabilme yetimiz. Artık kelimeleri bile seçerek, tane tane, yalnızca gerektiğinde konuşuyor insanoğlu. "Acıktım". "Susadım". "Uykum geldi." "Git"...

Sevdiğinin yanında aşkından kızarıp da "güneşten oldu" diyebilirdi aşıklar. Çünkü o sırada güneş yüzlerine vurabiliyordu. Çünkü o sırada fakir ama şirin bir çay bahçesinde yanyana oturup, gerçek oksijen solunabiliyordu gizlice. Heyecanlanan kalbinin hızlı atışları duyuluyordu dışarıdan. Çünkü bilgisayar ekranındaki kelimeler değildi o kalbi hızlandıran... Kalbimizin neye hızlanmasını gerektiğini bile unuttuk.

Ah, biz ne çok şeyi unuttuk. Biz teknolojinin koynuna girdik de kendimizi unuttuk. Biyolojik yapımıza karşı gelmeye kalktıkça, o da bizi cezalandırmaya devam etti.

Artık konuşamayan, yürüyemeyen, göremeyen, hissedemeyen, dokunamayan, duyamayan ve YAŞAYAMAYAN ölüleriz bu hayatta.. Özürlüyüz hayata. Kendimize. Yaşadığımız dünyaya. Öyle ki, dışarı çıkmamak uğruna onu bile tüketiyoruz olağanca hızla.

İnsanın huzur bulduğu bir evi olması inanılmaz bir mucize. Peki ya bilerek 4 duvar arasına hapis kalmışsa? Nasıl hatırlayacak hayatı bu şekilde ekrana baktıkça?

O ayakkabılar boşa. Yürümüyorsunuz ki. Yürümeyi bilmiyorsunuz ki.
O aldığın yeni ruj da boşa. Dudaklarının kıvrımlarından çıkan kelimelerle rengini tamamlamayacak ki.
O parfüm boşa. Saçını düzelttiğinde eline sinen kokuyu koklayacak bir sevdiğin olmayacak ki.

Bakmaya devam et o ekrana. Zamana ayak uydurmak şahane zaten, öyle değil mi?
Ben dışarı çıkıyorum...

Belki de bir daha hiç oturmamak adına...

22 Ekim 2008 Çarşamba

ÇIRPINIŞ


yıkılıyor pare pare hayallerim

olmayacak rüyalarda hapsoluyorum

nereye dönsem karanlık,

ağaçların vakarında kalmış bedenim

güneş ışıkları geçmiyor tenimden

neferi solmuş gözlerimin...

kırık dökük sevdalarda hapisim.

bir çıkış yolu bulabilsem kopartacağım tüm fırtınaları

ama yetmiyor kılıcımın keskinliği

acı çekiyor kalkanımın yekteleri

liğme liğme çözülüyor, dökülüyor

yarım kalmış aşkımın son düğümleri...

21 Eylül 2008 Pazar

Yüreği mi suskundu, gözleri mi? Mavilerle çevrilmiş bedeni "Ben buradayım!" diye haykırırken, gözlerindeki kuşku, korkusunu ele veriyordu. Hani bazen hiç konuşmaya gerek duymadan, karşısındakinin ne hissettiğini anlar ya insan; işte böyle bir duygu içerisindeydim. Tek başınalığın verdiği cesaret bile saklayamıyordu gözlerindeki titremeyi. Kimse bakmıyor muydu, yoksa bakıyordu da anlamıyor muydu, bilinmez... Ama ben, salonun öbür ucundan bile hissedebiliyordum ürkekliğini. Doğduğu gün, güneş onun armağanı olmuşçasına beyazdı teni. Bilmiyordum, ama eminim pek de güzel kokuyordu. Sanki bir terslik yokmuşçasına, gayet sakin durmaya çalışan bedeni, kıvrak bir estetikle adeta dalgalanıyordu. Dans etmiyor, kanatlanıp uçuyordu. Yüzüne bakan, onu çok rahat bir insan sanabilirdi; ama ben gerçeği biliyordum. Özenle yaratılmış esnek bedeni, Tanrı'nın küçük rötuşlarıyla mükemmelleştirilmişti. Mavi gözleri, ince dudakları, elmacık kemiklerinin belirginliğiyle; bir erkekten çok, melek görünümü veriyordu. Sanki her an ölebilirmiş gibi, hem korkuyu hem de o gizli heyecanı görüyordum hareketlerinde. Yere basışının, belini kıvırışının, hem sağlam hem de korkmuş bir yanı olmasıydı belki de herkesi ona çeken. Başkası olsa mutlu olurdu bu ilgiden, ama o telaşlanıyordu. "Belki de buraya hiç gelmemeliydim" diye düşünüyordu. Sonunda durdu. Ürkek bedeni, rüzgarın da etkisiyle hafifçe dalgalanıyordu. Korka korka kapıdan çıktı.
Onu bir daha hiç görmedim...

8 Haziran 2008 Pazar

"Cesaret" dedikleri şey, korkuyla kardeş derler...
İkisi birbirinden beslenir ve güç alır derler...
Peki hangisini seçmeli?
Ya da doğru soru: Hangisini NE ZAMAN seçmeli?
Kimsenin açamadığı kapıları açmak mı zordur,
Yoksa daha önceden hırpalanıp da, sıkı sıkı kapanmış olanları açmak mı?

Oysa, bir karar vermek gerektiğinde bocalar insanlar.
Ve nedense hep yanlış olanı seçerler.
Hani kırk yılın başında doğru bir seçim yapsalar bile,
Sonuç yine hüsran olur genellikle...

Ben o kapıları zorlayan insan oldum hep.
Her ikisini de!
Cesaretim mi, korkum mu öne çıktı bilemedim genelde.
Belki de gücüm ikisinin karışımındandı inat niyetine...

Son zorladığım kapı hafif bir aralık bıraktı bana,
Süzülüp içeriye gireyim usulca diye.
Onu da ben beceremedim..
Meğersem görmeyeli nasırlaşmış ellerim.

Açamadım kapıyı..
Kapısını.. O'nun kapısını..

Ben de diz çöktüm önüne, bekledim sessizce.
Belki farkeder de, gizlice içeri alıverir beni diye...

16 Mayıs 2008 Cuma

Yarım

Gelir gibi yapma bana...
Ya gel, ya git!!
Havada bırakma beni...
Kolay değil ayaklarını yere basamamak.
Ne istediğini bilmeyenlerden bıktı bu yürek
Azar azar dökülüp gitti bütün sabrı
Gözyaşı desen, zaten balçıklar altında.
Gelir gibi yapma bana...
Ya gel, ya git!!

Sıkıldım boş sözlerden, sahte insanlardan...
Uzanan elime her seferinde tekme vurulmasından...
Benden almaya çalıştığın her tebessüm,
Seni mutluluğa, beni isemutsuzluğa sürüklüyor...
Yarım kalmış sevdaların, yarım kalmış insanı olamam ben
Tamamlamaya çalıştığın yarımın YAMASI da...
Gelir gibi yapma bana, nolur...
Ya gel, ya git!

İyisi mi sen sadece git...
Bu yürek kaldırmaz artık "yarım" sevdaları...

"Yarım" dokunuşları, "yarım" mısraları...
Hiçbir zaman benim olmamış birine ümitle bakmayı...
Git başka tenlerde nefes al, başka dudaklarda hayat bul.
Git başka tenlerin kuytusunda terle... Benliğini kaybet.
Masumiyetini de...

Gelir gibi yapma bana...
Sadece git...

25 Nisan 2008 Cuma

kaydı avuçlarımdan umutların elleri
ben yıldızların sevdiği çocuk değilim artık
ne dudaklarımda herkesin söylediği şarkılar
ne de yaşamanın çılgınlığına uyuyorum
büyüdükçe büyüyor içimin karanlığı
yanımda biri oldu mu yalnızlık duyuyorum

göğün damarlarından çamur gibi akarken gece
yeter ki bir ses gelsin içimden
yeterki sokakların sabırsız gözleriyle beni beklediğini bileyim
işte o zaman
evlerin içine sığmaz yüreğim.

çünkü, nasil büyütürse yavrusunu bir kurt
öyle büyüttü sokaklar beni
alev alev yanan acılarımın üstüne
benzin fışkırıyor bakışlarımın boşluğundan
mısraları öyle vuruyorum ki kağıtların omzuna
kağıtlar yandım diyor
ve korkuyor kalemler ellerimin sarhoşluğundan

var git,
bırak dev yalnızlığımın kollarında beni
bir sevgili gibi kucakla
sana yeşil sevinçler getirecek yarını
kanar küçük ellerin sevgilim
zorlama yüreğimin kapılarını...