8 Haziran 2009 Pazartesi

Biraz da düz yazı...

Denemeler yazardım eskiden. Ama bilgisayara değil. Defterlere... Sayfa sayfa, renk renk kelimeler kokardı yapraklar. Hatıralar uçuşurdu orada burada. Yazmanın keyfi öyle çıkardı eskiden. Şimdi ne oldu? Bilgisayarlara hapis yaşamlarda kaybolduk. Bir yandan bilgi zenginliğinde kendimizi geliştirmeye çalışırken, diğer yandan gökyüzünü görmeyi unuttu gözlerimiz. Ayaklarımız yürümez oldu. Dışarı çıkmaksa işkence. Sokakların güvensizliği ve maddiyat sıkıntısı da eklenince; fiziksel ve beyinsel neyimiz varsa, bir ekran karşısında çürütmek adı altında anlaşma imzaladık. Oysa ne güzeldi eskiden. Apartmanın önünde arkadaşlarınla "yüzyüze" konuşabiliyordun. Uzak değildi hiçbir yol ayaklar için. Parmakların çalışırken kalbinin kan pompalaması, dışarıda koşup oynarkenki pompalamaya benzemezdi hiçbir zaman. Farkına varamadık. Belki de vardık, ama artık herşey için çok geçti. Gerçekten dışarıya çıkmaktansa, dışarıyı getirmeye çalıştık bilgisayar ekranımıza. Dünya seyahatlerine çıktık, fotoğraflarımızı sahillere "copy paste" yaptık. Gerçekçi olsun diye de photoshopladık. Ne güzeldir sıcak kumların ayaklarımıza değmesi. Yağmur üzerimize yağarken, başımızı hafifçe öne doğru eğip, mahsun bir edayla yürümek ne güzeldir. Toprak kokusu. Çim kokusu. Çocuk kahkası. İnsan kalabalığı... Hepsi güzeldi aslında eskiden. Bilgisayar yokken. Biz yürüyebiliyorken.

Evlere hapsolmuş bedenlerimiz, beyinlerimiz, kendimiz. Oturup adam akıllı sohbet edebilmekten bile aciziz. Önümüzde klavye olmadığında şaşırıyoruz. Oysa ne çabuk unuttuk, konuşmak için parmaklara ihtiyaç olmadığını? Cebimizde para kalmadığında otostop çekerdik, kaçırılma, öldürülme, soyulma korkusu olmadan. Kimse de bunu yapmazdı zaten. Çünkü onlar da beyinlerini yememişti iletişimsizlikten. Hızla kayboldu konuşabilme yetimiz. Artık kelimeleri bile seçerek, tane tane, yalnızca gerektiğinde konuşuyor insanoğlu. "Acıktım". "Susadım". "Uykum geldi." "Git"...

Sevdiğinin yanında aşkından kızarıp da "güneşten oldu" diyebilirdi aşıklar. Çünkü o sırada güneş yüzlerine vurabiliyordu. Çünkü o sırada fakir ama şirin bir çay bahçesinde yanyana oturup, gerçek oksijen solunabiliyordu gizlice. Heyecanlanan kalbinin hızlı atışları duyuluyordu dışarıdan. Çünkü bilgisayar ekranındaki kelimeler değildi o kalbi hızlandıran... Kalbimizin neye hızlanmasını gerektiğini bile unuttuk.

Ah, biz ne çok şeyi unuttuk. Biz teknolojinin koynuna girdik de kendimizi unuttuk. Biyolojik yapımıza karşı gelmeye kalktıkça, o da bizi cezalandırmaya devam etti.

Artık konuşamayan, yürüyemeyen, göremeyen, hissedemeyen, dokunamayan, duyamayan ve YAŞAYAMAYAN ölüleriz bu hayatta.. Özürlüyüz hayata. Kendimize. Yaşadığımız dünyaya. Öyle ki, dışarı çıkmamak uğruna onu bile tüketiyoruz olağanca hızla.

İnsanın huzur bulduğu bir evi olması inanılmaz bir mucize. Peki ya bilerek 4 duvar arasına hapis kalmışsa? Nasıl hatırlayacak hayatı bu şekilde ekrana baktıkça?

O ayakkabılar boşa. Yürümüyorsunuz ki. Yürümeyi bilmiyorsunuz ki.
O aldığın yeni ruj da boşa. Dudaklarının kıvrımlarından çıkan kelimelerle rengini tamamlamayacak ki.
O parfüm boşa. Saçını düzelttiğinde eline sinen kokuyu koklayacak bir sevdiğin olmayacak ki.

Bakmaya devam et o ekrana. Zamana ayak uydurmak şahane zaten, öyle değil mi?
Ben dışarı çıkıyorum...

Belki de bir daha hiç oturmamak adına...